FETİH SURESİNİN 16. AYETİ VE BİR KUR’AN-I KERİM MUCİZESİ (II)

Bu haftaki yazımıza Fetih Suresinin 16. ayetinin mealini tekrarlayarak başlayalım. “Bedevilerden geri kalmış olanlara de ki: Güçlü, kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağırılacaksınız. Onlarla savaşırsınız ya da onlar Müslüman olurlar. Şayet itaat ederseniz Allah size güzel bir mükâfat verir. Ama daha önce döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi acıklı bir azaba uğratır” Kur’an-ı Kerim’in çeşitli surelerinde doğrudan Arap kavmini hedef almış beş ayet vardır ki müfessirler bu ayetleri inzal ayetler olarak tanımlamaktadırlar. Araplara yapılan ikazlara uymadıkları takdirde sonlarının kötü olacağını ifade eden bu ayetlere tehdit ayetleri de denilmektedir. Fetih suresinin 16. Ayeti de bu inzal ayetlerden biridir. Bu ayette dört şey net olarak ifade edilmektedir. Bunlardan birincisi Arapların ilerde çok güçlü, kuvvetli ve savaş ehli bir kavimle karşılaşacakları; İkincisi bu savaş ehli kavimle savaşacakları, bu güçlü kavmin İslâmiyet’i kabul edeceği; Üçüncüsü bu kavme itaat ettikleri takdirde Allah’ın Araplara güzel bir mükâfat vereceği; Dördüncüsü Arapların milli karakterlerine uygun olarak itaat etmekten vazgeçer de onlara ihanet ederlerse Allah’ın onları acıklı bir azaba uğratacağı haber verilmekte ve Araplar uyarılmaktadır.

Geleceği haber veren bu ayetin tefsirinde Ömer Nasuhi Bilmen “Filhakika Kur’an-ı Mübin’in haber verdiği böyle pek şiddetli, kuvvetli savaşlar gerek zaman-ı Nebevi de (Peygamber zamanında) ve gerek Hülefa-i raşidin (Dört halife ) zamanlarında vaki olmuş, birçok İslâm mücahitleri cihat meydanlarına atılarak Din-i İslâmi neşre muvaffak bulunmuşlardı. Atiye (Geleceğe) ait bu haberleri vaktiyle Müslümanlara tebşir (müjdelemiş) etmiş olan Kur’an-ı Azim’in bir mucize-i ebediyye ( sonsuz mucize) olduğu bu vesile ile de sabit olmuştur.” Diyerek ayetin sonsuza kadar hükmü geçerli mucize olduğunu ifade etmiştir.

Fetih suresi Kur’an-ı Kerim’in 48. suresi olup Hudeybiye antlaşmasının oluşturduğu kederli ve hüzünlü ortamda nazil olmuş, “İnna fetehna leke fethen mübina” ayetiyle başlamaktadır. Bu ayet dilimize “Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik” şeklinde tercüme edilmektedir. Bu ayet Hudeybiye antlaşmasının oluşturduğu kederli ve hüzünlü bir ortamda müminlere apaçık bir fetih vaadiyle ilahi bir müjde ve büyük bir lütuf olmuştur. Bu müjde ve lütuf müminlerin çok ihtiyaç duyduğu bir anda hem hüzünlü ortamın dağılmasına hem de kâfirlere karşı psikolojik bir üstünlük sağlanmasına da sebep olmuştur. İlk dönem müfessirlerin hemen tamamı feth-i mübin (apaçık fetih) den maksadın Mekke’nin fethi olduğunda ittifak etmişlerdir. Daha sonraki müfessirler de onlara tabi olarak bu ayeti hep bu anlamıyla tefsir etmişler, zaman içindeki yeni zaferlerin bu ayetle irtibatını kuramamışlardır. Böylece ayetin anlamını daraltmak, Mekke’nin fethiyle sınırlandırmak suretiyle onun mucize-i ebediyye (Sonsuz mucize) özelliğini görememişlerdir. Ya da Kur’an’ın bu mucizevî müjdesini İslâm’ın kazandığı diğer zaferlerle tezyin edememişlerdir. Mesela Gazneli Mahmud’un 16 sefer yaparak Kuzey Hindistan’ı İslâm’a açan fetihleri, Mesela Anadolu’yu Türklüğe ve İslâm’a kazandıran Malazgirt zaferini, mesela dünyanın en büyük olayı ve Yeni bir çağın başlangıcı kabul edilen, bin yıllık Bizans İmparatorluğunu tarihe gömen Peygamberimizin övgüsünü kazanan kumandan ve askerin fethettiği İstanbul’un fethini Feth-i Mübin olarak görmemişlerdir. Mesela Balkanları Türklüğe ve İslâm’a açan Niğbolu zaferini, mesela Orta Avrupa’nın kapılarını Türklüğe ve İslâm’a açan Mohaç zaferini, mesela Ak Denizi Türk ve İslâm imparatorluğunun iç denizi haline getiren Preveze deniz zaferini, Türklüğün ve de İslâm’ın Haçlı istilasına karşı son direnişleri ve zaferleri olan Çanakkale ve İstiklal savaşımızı feth-i mübin olarak kabul edememişlerdir. Bu konuda ilk dönem İslâm müfessirlerini masum görebiliriz. Çünkü bulundukları yerden baktıklarında günümüze kadar uzayan olayları görecek teleskopları olmayabilir. Arap ve Fars müfessirler de milli şuurla tarafsızlıklarını muhafaza edemediklerinden bu büyük olayları yeterince değerlendirememiş olabilirler. Bizim müfessirlerimizin ve son dönemde Diyanet İşleri Başkanlığının bu konudaki tavrını neyle izah edeceğimiz her zaman sorgulanabilir, Müslüman Türk olarak elbette bu duyarsızlığı sorgulamalıyız.

Fetih suresi feth-i mübin müjdesiyle başlarken 16. Ayetle de Arapları uyaran, ilahi bir ikaz ve tehditle devam etmektedir. Bu ayette yukarda açıklamasını yaptığımız gibi Araplar’a “Güçlü, kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsınız ya da onlar Müslüman olurlar. Şayet itaat ederseniz Allah size güzel bir mükâfat verir. Ama daha önce döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi acıklı bir azaba uğratır” denilmektedir. Gerçekte bu ayet geleceğe dair en büyük mucizeyi bünyesinde barındırmaktadır. Arapların gelecekte savaşmaya davet edileceği güçlü, kuvvetli ve savaş ehli kavmin kim olduğu merak edilmiş ve soru ilk dönem müfessirleri tarafından dile getirilmiş, bu soruya günümüze kadar cevap aranmıştır. İlk dönem müfessirleri bu kavmin Farslar ya da Rumlar olabileceği kanaatini ileri sürmüşler; hatta bazı güçlü Arap kabilelerinin ismini verenler bile olmuştur. Nevazin ve sekif kabileleri ile Yemende bulunan Ben-i Hanife kabileleri zikredilen kabileler arasındadır. Ne yazık ki ayet açıkça bin iki yüz yıllık Türk- Arap münasebetlerini tarif ve tasvir ettiği halde bu kavmin Türkler olduğunu söyleyen bir müfessir çıkmamıştır.

Miladi VII. Yüz yılın ortalarından itibaren İran’ın fethinden hemen sonra Araplar Maveraünnehire dayandıklarında Türk’lerle tanışmışlardır. İlk temaslar hep düşmanca olmuş ve sürekli taraflar birbirleriyle savaşmışlardır. Bu kanlı ve çetin savaşlar iki asır sürmüş, taraflar birbirine kesin üstünlük sağlayamamışlarsa da, iki kavim arasında günümüze kadar devam eden düşmanlık hislerinin kökleşmesine sebep olmuştur. Bu sırada İslâm Orta Asya’da yayılmaya başlamış, Türkler bu yeni dinle tanışmışlardır. Eski ve milli dinleriyle ortak noktaları çok olan bu yeni din hızlı bir şekilde Türkler arasında kabul görmüş, ilk Müslüman Türk Devletleri vücut bulmaya başlamıştır. İlk Müslüman Karahanlı Türk devleti zamanında yeni din hızla Orta Asya’da yayılmaya başlamış, kısa süre içinde bütünüyle Türk yurdu olan Orta Asya İslâm Dinini kabul etmiştir. Birbiri ardına kurulan yeni Türk devletleri İslâm adına fütuhata başlamış, İslâm’ı doğuda Çin’e, güneyde Hindistan’a ve Kuzeyde Sibirya’ya kadar taşımışlardır. Selçuklular yönünü batıya çevirmiş, etkisizleşen ve gücünü kaybeden Abbasi halifelerinin daveti üzerine Bağdat’a girmişlerdir. Böylece İslâm dininin korumacılığını bizzat üslenen Türkler İslâm’ın egemenliğini ele geçirmişlerdir. Daha sonra bir cihan imparatorluğu olan Osmanlı Devleti zamanında halifeliği de üstlenen Türkler tam bin yıldır İslâm sancağını hiç yere düşürmemişlerdir. Bu süre içinde Araplar huzur, barış ve refah içinde bekli de tarihlerinin en önemli dönemlerini yaşamışlardır. Böylece ayette zikredilen Türklere itaat etmenin ilahi mükâfatını doya, doya tatmışlardır.

XIX. asrın ortalarından itibaren İngilizlerin Orta Doğuya ilgileri artmış sömürgeleri Hindistan’ı sağlama almak ve petrol bölgelerini kontrol etmek için Orta Doğuya yerleşme isteği depreşmiştir. Bunun için müttefik olarak Arap şeyhlerini seçmişler, Arap kabilelerini Osmanlıya karşı kışkırtmaya başlamışlardır. Satın aldıkları Arap şeyhleri Osmanlıyı arkadan vurmak için gizliden gizliye silahlanmışlar ve fırsat kollamaya başlamışlardır. XX. Yüzyıl başlarında patlak veren Birinci Cihan Savaşı Arapların aradığı bu fırsatı vermiş, Mübarek beldelere İngiliz ayağı basmasın diye oralara giden Mehmetçiklere arkadan saldırmışlar, İngiliz casusu Lavrens’in uydurmasıyla şehit ettikleri Mehmetçiklerin midelerinde altın aramışlardır. Savaş sonunda Arabistan, Irak, Suriye, Ürdün, Filistin ve bütün Arap ülkeleri Osmanlı yönetiminden çıkmış ve İngiliz / Fransız egemenliğine girmişlerdir. Böylece ayetteki İlahi ikaz gerçekleşmiş “ daha önce döndükleri gibi yine dönmüşlerdir”

Bütünüyle XX. Yüzyıl ve günümüze kadar XXI. Yüzyıl Arapların belki de bütün tarihlerinde en büyük zilleti yaşadıkları zaman dilimidir. Üç buçuk Yahudinin bir asırdır Araplara vurduğu tokat ve yaşattığı zilleti ayetin son bölümündeki “ sizi acıklı bir azaba uğratır” ilahi hükmüyle izah etmek ve Kur’an mucizesini ibretle ve bütün haşmetiyle seyretmek bize ve bütün inananlara düşen bir görevdir.

Tarihin objektifinden ve Kur’an’nın aynasından bakıldığında görünen bu iken biz niye gerçeklerle yüzleşmekten kaçıyoruz. Bin iki yüz yıllık İslâm tarihindeki yerimiz budur. Ancak bu şerefli geçmişimiz Arap ve Fars tarihçileri tarafından hep gölgelenmiş hatta karartılmış olarak kitaplara geçmiş, bizim ilahiyatçılarımız da o kitaplara bağlı kalarak kendimizi İslâm tarihi içinde devre dışına itmiş, milletimize büyük ihanet etmiştir. Bunun sebepleri üzerinde son dönemde ciddi bir biçimde durulduğu, konuya gerekli ilgiyi gösteren tarihçilerimizin ilahiyatçılara yol gösteren önemli eserler ortaya koyduğu memnuniyetle görülmektedir. Önümüzdeki dönemde bu konuda ciddi kanaat değişikliği olacağına inanıyorum. Din adamlarımızın İslâm tarihi içindeki milletimizin göz yaşartıcı hizmetlerini toplumun gündemine taşıyacağı günlere uzak olmadığımızı hissediyorum.

# YAZARIN DİĞER YAZILARI

Yazar Hasan Dinç - Mesaj Gönder


göndermek için kutuyu işaretleyin

Yorum yazarak Bolu Olay Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Bolu Olay hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Bolu Olay editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Bolu Olay değil haberi geçen ajanstır.