
Hasan DİNÇ
DEVLETLERİN DOĞUŞU, YÜKSELİŞİ, ÇÖKÜŞÜ
Tarih ilminin kurucusu Heredot olarak bilinir. Bu bakımdan Heredot tarihin babası olarak kabul edilmiştir. Ancak tarih felsefesinin ve sosyolojinin kurucusu şüphesiz İbn-i Haldun’dur. İbn-i Haldun XIV. Asırda yaşamış insanlığın tanıdığı en büyük beyinlerden biridir. En büyük eseri Tarih-i İber’in giriş kısmını teşkil eden MUKADDİME ona bu sıfatı kazandıran bölümdür.
İbn-i Haldun’nun MUKADDİMe’sini dilimize kazandıran Dr. Arslan Tekin onu kısaca şöyle tanıtmaktadır. “Yaşadığı dönem itibariyle İslâm düşüncesinin Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf ve Felsefe gibi farklı disiplinlere eleştirel yaklaşmış, kuramsal ve uygulama açısından eksikliklerini belirleyerek kendi tarih toplum ve devlet kuramını ortaya koymuştur. İbn-i Haldun felsefede Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd ve Nasıruddin-i Tusi gibi filozofların oluşturduğu, kendisinin de ilk muallim olarak tanıdığı Aristo’nun geleneklerinden beslenmekle beraber bu geleneğe de önemli eleştiriler getiren bir bilgindir. İslâm bilimlerinin bütün dallarından tabiî ve sosyal bilimlere kadar, çağına ulaşan her konuda önemli tahlillerde bulunmuş, Tarih Felsefesinin ve iktisat biliminin kurucusu olarak kabul edilmiş, ayrıca insanlık tarihinin ilk sosyologu özelliğini kazanmıştır.”
İbn-i Haldun’a göre toplumlar da canlı varlıklardır. Diğer canlılar gibi doğarlar, yaşarlar ve ölürler. Her canlının bir vadesi olduğu gibi toplumların, devletlerin, medeniyetlerin ve imparatorlukların da bir ömrü vardır. Ömrünü tamamlayan canlıları bekleyen akıbet ölümdür. O bu kanaatını Kur’an-ı Kerimden aldığı şu ayetle desteklemeye çalışır.”Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de bir an öne gidebilirler.(Araf suresi, 34. ayet) İbn-i Haldun’a göre “Devleti kuran güç ve üstünlük ancak asabiyet ve onun özelliklerinden olan kahramanlıkla olur. Bu hususiyetler ise çoğunlukla, göçebe hayat yaşayan milletlerde bulunur” burada adı geçen asabiye terimi geçmişte kabile, aşiret ve kavim üstünlüğü anlamına gelirken günümüzde daha yumuşak anlamıyla milliyetçilik terimine yakın bir anlam ihtiva etmektedir. Bir kere devlet kurulduktan sonra toplumun refaha kavuşması onu takip eder. Yerleşik hayat ise bolluk ve refahı çeşitlendirir. Bolluk içinde yaşamak için gerekli şeyleri üretme vasıtası olan sanat ve hünerleri kuvvetlendirmeye yol açar. Böylece göçebelik devresini yerleşik hayat devresi ve zaruri olan bir ihtiyacı diğer bir ihtiyaç takip eder. Devletlerin sınırlarının genişliği ve ömrünün uzunluğu o devleti kuran ve kollayanların sayılarının azlığı ve çokluğu ile doğru orantılıdır. Yani “Devletin ömrünün uzun olması ve sınırlarının genişliği, devleti kuran kavmin sayısının çokluğuna ve azlığına göredir. Çünkü var olan her varlığın ömrü onun içyapı kuvvetine bağlıdır.”
İbn-i Haldun’a göre devletler beş ömemli devre geçirirler. Birinci devre zafer ve amaçlara ulaşma, karşı koyanları yok etme ve önce hüküm sürmüş olanların elinden devleti çekip alma dönemidir. Bu devrede devletin başında bulunan kimse azamet göstermek, vergi toplamak, devletin varlığını ve sınırlarını korumak konularında kavmi için örnek teşkil eder. İstişareye önem verir, tek başına iş yapmaz. Bu tür tavır onun büyüklüğüne zarar vermez. Devletin ikinci devresinde hükümdar olanlar yönetimi kendi elinde toplamak gayesi güderler. Yönetime devleti kuran diğer unsurları karıştırmak istemez. Yine bu devrede devleti kuran asabiye ruhu diri ve canlıdır. Hükümdar bu devrede kendine bağlı köleler edinmeye, ihsanlarıyla kendine itaat edecek kişilerden destek sağlamaya çalışır. Bunların sayısını artırır. Böylece devleti ortak kurdukları unsurların güçlerini zayıflatmaya ve hakir duruma düşürmeye çalışır. Hükümdar bu devrede onları ve bağlı bulundukları boyları devlet idaresinden ve devletin nimetlerinden uzaklaştırır. Üçüncü devre görevlilerin devletin servetinden faydalanmak, feragat ve rahatlık çağıdır. Hükümdarlar bu çağda topladıkları servetle büyük binalar, köşkler, kaleler, büyük şehirler ve yüksek sanat eserleri ile ülkeyi donatırlar. Kendisine bağlılık gösterenlere ihsanlarda bulunmak, ihsanlarıyla beslenenlerin sayısını artırmak, yeni rütbeler dağıtarak devlet piramidinde yeni ihdaslarda bulunmak, beslediği askerlerle sık sık törenler yapmak, onların aylıklarını düzenli ödemekle kendine bağlılığını pekiştirmek devletin genel özelliğidir. Ne var ki bu devre hükümdarların kendi başlarına iş gördükleri, şan ve şeref içinde bulundukları, yönetimde görev alanların ise istibdat devirlerinin son çağıdır. Dördüncü devre kanaat ve barışla yaşama devresi olup, hükümdarlar kendinden önceki büyük kabul edilen hükümdarların rolüne soyunurlar. Onları örnek alıp onların yollarından sapmamaya özen gösterirler. Böylece önceki hükümdarların kendilerinden daha isabetli fikir sahibi olduklarını kabul ederek onları taklit ederler. Böylece bozulmaya yüz tutan devlet düzenini yeniden kurmaya çalışırlar. Devletin beşinci devresi ise ihtiyarlık devresidir. Bu devre israf devresi olarak da bilinir. Bu devrede yöneticiler kendinden öncekilerin topladıklarını şehvet ve zevkleri uğrunda dağıtmakla meşgul oldukları devredir. Yakınlarına, konuştukları kimselere ve kötü dostlarına cömertlik göstermekle vakitlerini geçirirler. Onları içinden çıkamayacakları ve yönetemeyecekleri görevlere getirirler. Kendi milletlerinden olan yetenekli kişileri görevlerinden uzaklaştırır. Böylece devlete bağlı unsurların gönlünü kırar ve gücendirirler. Askere ayrılan tahsisatları kendileri için harcarlar. Onları teftiş edemediği için orduyu da bozarlar. İşte bu dönem tedavisi mümkün olmayan ihtiyarlık dönemidir. Hastalığın tedavisi mümkün değildir. Böylece beklenen akıbet gerçekleşir.
İbn-i Haldu’un eserini yazdığı dönemde en güçlü devlet Türklerin Mısır’da kurduğu Memluklular devleti idi. Osmanlı devleti Yıldırım Beyazıt dönemini yaşıyordu ve henüz Dünya devleti seviyesine ulaşmamıştı. İmparatorlukların geleceğini gören bu büyük insanın yazdıklarından ibret alınsaydı insanlık çok afetler yaşamayabilirdi. En azından günümüz devlet adamlarının yararlanmaları dileğiyle. Kalın sağlıcakla.