
Mustafa Yıldırım
REHBER İMAM DÜZENİNİN YANDAN ÇARKLI MUHALEFETİ
Ankara, 21 Nisan 2010
İngiliz, “Demek ki, İstanbul’dan bildirildiği gibi, herhangi bir güçlük çıkarmayacaklar” diye düşündü, “Sonra” diye başladı, yeniden yutkundu, sıradan bir şey söyler gibi renksiz bir sesle ekledi:
“Kasabayı boşaltmanızı bekliyoruz.”
Yzb. Ahmet Halit içinden, “Yok canım! Daha başka?” diye sordu. Hüseyin Hüsnü Bey sakinliğini koruyor, gözlerini İngiliz’in gözlerinden ayırmıyordu. İngiliz Binbaşı gülümsedi:
“Bir müfreze çıkararak kasabayı işgal edeceğiz.”
Ahmet Halit sonraki günlerde çok şaşacak ve “Bu sözler üstüne nasıl da sakin durabildik” diye sövüp sayacaktı. Hüseyin Hüsnü Bey hafifçe ona döndü. Ahmet Halit “Emrin icabını yerine getirir ateş açarız” diye fısıldadı.
İngiliz Binbaşı sabırsızlanmıştı; kasketini evirip çeviriyordu. Hüseyin Hüsnü Bey, heyecanını dışa vurmadan, sözcükleri aralayarak “Mütarekede bu maddeler var mı, bilmiyoruz” diyerek İngiliz Binbaşı’ya baktı. İngiliz Binbaşı bu yanıta sevinmişti; “Biz de mütarekenin bir kopyası var, hemen gösterelim” dedi.
Ahmet Halit “Mr. Major! Zahmet etmeyin. Biz kendi ordu kumandanımızdan bilgi alırız” dedi. İçinde birikmeye başlayan öfkeye egemen olmak için bir an durdu, gözlerini binbaşının gözlerinden ayırmadan yanıtını kısa bir cümleyle bitirdi:
”İşgale kalkarsanız Major, şüpheniz olmasın ki, engel oluruz!”
Hüseyin Hüsnü Bey “Bu iyi, ama sert oldu” diye düşündü ve hemen “Herhangi bir şekilde buna girişirseniz, ateşkesi siz bozmuş olursunuz” diyerek destekledi.
Derin bir sessizlik oldu. Fransız Kaptan piposunu ağzından aldı ve Ahmet Halit’in ne diyeceğini merakla beklemeye başladı. Ahmet Halit sonraları bu anı, “Deniz dibi sükûtuydu Azizim!” diye anacaktı.
İngiliz Binbaşının sesi, ne diyeceğini bilemeyenlerin şaşkınlığını yansıtıyordu:
“Öyleyse baylar! Lütfen yüksek makamlarınıza sorunuz!”
Fransız Kaptan ilk kez konuştu ve gülümseyerek, “Biz burada bekleriz!” diye tamamladı.
Güverteye çıktıklarında Ahmet Halit rahatlamıştı; yüzünde bir gülücük, kaptana döndü; “Müsyü!” dedi, “Şu karşıdaki sarp kayaları görüyor musunuz?”
“Evet!”
“O kayaların arasında bir yarık var.”
“Evet gördüm.”
“Müsyü! Yarıktan çıkan fırtına geminizi sürükler sonra!”
(3 gün sonra: İngiliz Binbaşı ve Fransız bahriyelileri taşıyan bot İskenderun’a yöneldi. Yzb. Ahmet Halit’in korveti, botu rıhtımla arasına almakta gecikmedi.)
Fransızların botu kıyıya yanaştı. Binbaşı Mackmislent, "Good morning Captain!" diyerek kıyıya çıktı ve yanındaki kıvırcık kara saçlı genç bahriyeliyi göstererek “Interpreter! (tercüman)” dedi.
Ahmet Halit gelenlere dik dik bakarak birden "Stop!" diye bağırdı. Binbaşı Mackmislent olduğu yerde kaldı. Bottaki üç Fransız bahriyeli de o sıra tüfeklerini omuzlarına asmışlar kıyıya çıkıyorlardı. On jandarma koşarak geldi ve çıkanların çevresini sardı. İkinci jandarma mangası da tüfeklerini bota çevirmişlerdi.
Ahmet Halit "Alın şunların tüfeklerini!" dedi. Jandarmalar tüfeklerini indirmeden yanaştılar. Fransız bahriyelileri şaşırmışlar, Mackmislent’e bakıyorlardı. Balıkçılarla onların yanına toplanan İskenderunlular da donup kalmışlardı.
Ahmet Halit’in sesi yeniden duyuldu:
"Major! Rifles!" (Binbaşı! Tüfekler!)
Mackmislent Fransızlara "Okey, give the rifles (Verin tüfekleri)" dedi.
Fransız bahriyeliler tüfeklerini jandarmalara uzattılar.
Binbaşı zorlama bir gülümsemeyle "Okey..." ddedi.
Ahmet Halit duruşunu bozmadı:
"Fransızlar bota insinler!"
O arada jandarmalar da Mackmislent ile iki bahriyelinin arasına girdi. Binbaşı şaşkındı. Gümrük memurları, İskenderunlu esnaflar, arabacılar, kumsalın öte yanından gelen deveciler, otuz, kırk adım geriden sessizce izliyorlardı.
Binbaşının baş işaretiyle bahriyeliler bota indiler. Ahmet Halit jandarmalara "Kıyıdan ayrılmayın" diyerek binbaşıya döndü:
"Good morning Major!" (58 Gün, 4. Basım)
*
2-5 Kasım 1918’de İskenderun limanında Yzb. Ahmet Halit, Hanedanlığın limanı yabancı orduya teslim etme emirlerini duymazlıktan gelip, görevinin gereğini yapmıştı.
Aradan 85 yıl geçti; bu kez emirler İstanbul’dan değil Ankara’dan gelmişti ve yine bir zabit asli görevini anımsamıştı. Silahları alınıp derdest edilenler İngiliz ya da Fransız değil, Amerikalıydı.
Başımıza ne geldiyse işte o subayın davranışı yüzünden geldi.
“Ezeli müttefik” ve “ebedi” dost Amerikan devleti, Türk zabitlerine güvenilemeyeceğini; TSK Başpaşası,“Büyük Ortadoğu Projesi”ni pek sevse de altındakilerin, hele bir de uyanabilecek Türklerin- ne yapacaklarının belli olmayacağını düşündü.
Demokrasi ve özgürlük bir deliğe süpürülerek gereği yerine getirildi. Yıllardır, sivilcelerce zayıflatılan Türk egemen devlet, Ayetullah özentilerinin elinde Türklerden arındırılmış bir aşiretler devletine dönüştürüldü.
Güvenlik kurumlarının yanı sıra adalet kurumları da ulemaya tümüyle teslim edildiğinde padişahlar demokrasisini bile çok arayacağız!
“Ulu hakanlar, başbuğlar” özlemiyle yanıp tutuşan, tarihinde hiçbir zaman Kumandan Mustafa Kemal’in cumhuriyet devletine inanmamış sentezci partinin yöneticileri de, temel yasadaki değişikliklere karşı dururmuş gibi yapıyorlar; “meclisi mahkemeyle karşı karşıya getirmeyiz” ya da “kurumları çatıştırmayın” diyerek kıvırıyorlar.
Oysa çatışma yok!
Oysa adalet görevlileri, önce rejimi değiştirmek ve sonra da bir başka devlet kurmaya yaminlilere karşı devletin varlığını savunmalıydılar.
Oysa çatışma yok! Adaleti hükümetlere teslim edilmiş bir devlette iktidara gelmeyi o “ulu hakancı” siyasetçilerden daha çok isteyen olamaz!
Ancak kuşku yok ki onların ardına takılan iyi niyetliler, tez zamanda anlayacaklar gizli saltanatçılarla tam bağımsızlıkçıların farkını ve asıl Türkçülüğün ne olduğunu!
Ankara, 21 Nisan 2010